İlk sayısında iletişimin kraliçesi Betul Mardin ve Gazeteci Çınar Oskay röportajlarıyla sektöre merhaba diyen Aristokrat Dergi, ikinci sayısında da ilgi çekici konulara imza attı.
PR sektöründeki gelişmelerin masaya yatırıldığı ikinci sayıda GIS İletişim Kurucu Ortağı Sevda Yüzbaşıoğlu, Denove PR Kurucu Ortağı Önder Kiremitçi ve On İletişim Ajans Başkanı İpek Özgüden Özen, Aristo İletişim Ajans Başkanı Çınar Ergin ile Türkiye’de PR sektörünün gitmekte olduğu yolu uzun uzun konuştu. Dijital dünyadaki gelişimin PR’a etkisi ve markaların beklentilerinin iyi yönetilmemesiyle ajansların yaşayacağı sıkıntılar röportaja damgasını vuran konular arasında yer aldı.
“5 yıl sonra yeni meslekler arayacağız”
Kiremitçi PR’ın geleceği ile ilgili soruya verdiği cevapla dikkatleri çekti: “Mesleğimize iyimser bir yaklaşımla aşağı yukarı 5 yıl veriyorum. 5 yıl sonra dönüşüme ayak uyduramazsak bu mesleği yapabileceğimizi sanmıyorum. Robotların birçok mesleğin yerini alacağı bir dünyaya gidiyoruz. Üniversitelerde gençlere kariyer konusunda bilgiler verdiğimde bu robotlara iyi bakmaları gerektiğini söyleyeceğim. Robotların yapamayacağı işleri seçmeye çalışın diyeceğim. Robot ne yapamıyorsa gelecekte en iyi iş o iştir.”
“Özgürlüğü kısıtlanan sanatçının eserleri daha çok ün kazanıyor”
Türkiye’nin en değerli yazarlarından olan ve yayınladığı 20’den fazla kitapla kültür sanat hayatına derin izler bırakan Doğan Hızlan da Aristokrat’ın bu ayki sayısında yer aldı. Basın özgürlüğüyle ilgili sorularımızı da yanıtsız bırakmayan Doğan Hızlan şunları söyledi: “Ben mutlak bir özgürlükten yanayım. Ne yazılırsa yazılsın yıllar sonra o gün yasaklananlar, o gün kabul görmeyen kitaplar, sanat tarihine kalıyor. Onlara zulmedenlerin adı anılmıyor, anılsa da iyi bir şekilde değil. Sanata ve sanatçıya sınırsız bir özgürlük tanımak lazım. Yazarların, sanatçıların özgürlüğünü kısıtladıkça siyasetçilerin biyografilerine kötü notlar düşülüyor. Bir de istemedikleri bir şekilde özgürlüğünü kısıtladıkları sanatçıların eserleri daha çok ün kazanıyor.”
“Ben siyasi yazı hiç yazmadım ama siyasetle sanatın ilişkisi benim için daima şöyle olmuştur: Siyasetin sanata müdahalesi, sanatın özgürlüğünün engellemesi şeklinde olursa siyaset de benim alanım içine, dünya görüşüm içine girmiş olur. Aslında sanatla siyaset birçok zaman ayrıydı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sanatla siyaset birleşti. Birçok edebiyatçı, sanatçı milletvekili oldu. Daha sonra hükümetle sanatçılar arasında bu bağlantı koptu. Çünkü yazarın özgürlüğü, kendi başınalığı, bireyselliği ortaya çıktı. Nazım Hikmet’ten tutun Rıfat Ilgaz’a, Vedat Türkali’ye kadar, şimdiye geldiğinizde ise daima… Sanatçının yarına da bakan bir objektifi var ama siyasetçi sadece bugüne bakıyor. Onun için de bir sanatçının siyasete uzak kalması mümkün değil. Tüm bunların yanı sıra bir sanatçı sadece herhangi bir ideolojiye sahip olduğu için sevilmez ve bunun için önem kazanmaz. O anda belki meydanlarda önem kazanır ama biz Nazım Hikmet’i, Rıfat Ilgaz’ı, Sabahattin Ali’yi, Vedat Türkali’yi ideolojileri nedeniyle sevmiyoruz. İyi yazar oldukları için seviyoruz. Zaten iyi yazar oldukları için de siyasal düşünceleri önem kazanıyor. Böyle bakmak gerek.”
“Yaratıcılık duygusu olan insanlar bu duygunun nereden geldiğini bilmezler”
Aristokrat’ın bir diğer konuğu fotoğraf sanatçısı Mehmet Turgut da röportajında yaratıcılığı şöyle açıkladı: “Yaratıcılık duygusu olan insanlar bu duygunun ve ilhamın nereden geldiğini bilmezler. Bu size verilmiş bir hediyedir. Bunu tetikleyen birçok şey olabiliyor. İzlediğim bir film, dinlediğim bir şarkı veya izlediğim bir oyun, opera eseri… Bunların hepsi bilinçaltımda kendine bir yer buluyor. Bazı insanlarda bu alt bilinçte bir imaja dönüşürken bazı insanlarda dönüşmüyor. Bu dönüşümün nasıl olduğunu, nereden geldiğini ise bence kimse bilmiyor. Bilemez de!"